31 Aralık 2010 Cuma

Yeni Yıl Kutlaması


Sadece bana özel günleri kutlayarak klasik dayatma şeklinde kutlanan sevgililer günü gibi günlerden nefret ettiğimden yıllardır protesto ederek kutlamamama rağmen; yeni yılı her zaman bu kapsamın dışında tutmuşumdur.

Yeni bir yılın başlangıcını olduğu kadar eski yılın acısıyla tatlısıyla bitişini de kutlarım. Sağlıkla, mutlulukla bir yıl daha bitmiş ve ben sevdiklerimle birlikte bunu kutlama şansına erişmişim; kutlamaz mıyım? Sizi bilmem ama ben şükranlarımı sunar ve kutlarım.


Hepinizin yeni yılı kutlu olsun.
2011'de her şeyin gönlünüzce olmasını dilerim.
Bu yıl sizin için sağlıklı, mutlu, huzurlu, eğlenceli, neşeli, başarılı, aşk dolu, parası bol bir yıl olsun ve yeni yılda tüm dilekleriniz kabul olsun.
MUTLU YILLAAAARRRR!!!

Veeee lütfen ama lütfen bu yılbaşında kar yağsın.

28 Aralık 2010 Salı

Haydi Çocuklar Aşıya


Böyle bir slogan vardı benim çocukluğumda; hala var mı bilmem. İlkokulda hani korkusuzca çıkıp aşıyı ilk olan çocuk vardır ya; işte ben o çocuktum. Her seferinde öğretmenin "Bakın arkadaşına hiç korkuyor mu? Aferin."leri eşliğinde yerime döner; ertesi gün okul tatil olduğundan bir an önce eve gidip bahçede oynama hayali kurardım. Neden bilmem ama çocukluğumdan beri aşıdan korkmazdım. Belki de ertesi günkü tatilin hevesindendir; bilinmez.

Yıllar geçti aradan. Arada sırada yaptığım sakarlıklar sonucunda olduğum tetanoz aşılarını saymazsak ilk kez bir aşı oldum. HPV Aşısı... Çok korkutucu, gayet ölümcül, fazlasıyla yaygın ve bulaşıcı bir mikroptan söz ediyorum.

Bu konuda ilk bilgim 2-3 yıl öncesine dayansa da o yıllarda bu virüsün sadece cinsel yollarla bulaştığı düşünüldüğünden ilgilenmemiştim. Belki o yıllarda gerçekten sadece o yolla bulaşıyordu ve sonradan evrim geçirerek kendine başka yollar buldu; bilemiyorum; ancak artık temasla bulaştığı da biliniyor. Temas dediysem illa virüsü taşıyan kişiyle yakın temasa geçmeniz gerekmiyor; onun kullandığı ve virüsü bulaştırdığı bir cisime dokunmanız da yeterli. Örneğin klozet, kapı kolu, musluk bataryası vs. Virüs, düz zeminlerde 8 saate kadar yaşabiliyormuş.

Bu konuda uzman falan değilim. Sadece zamanında Ayşe Arman'ın yaptığı bir ropörtaj ile aklım başına geldi ve biraz araştırıp; ardından doktorumla bu konuyu konuştuktan sonra bu aşıyı olmam gerektiğine karar verip oldum.

HPV (Human Papillomavirüs), belki de çoktan tanıştığınız ancak bağışıklık sisteminizin kuvvetliliği sayesinde henüz size zarar vermemiş olan; ancak bir sonraki karşılaşmanızda belki de sizin kanser olmanıza sebep olacak olan bir virüs. Çünkü virüs deri yüzeyinde kaldığından vücut tarafından tanınıp; bir sonraki sefer için bağışıklık oluşturmuyormuş. Aşı ile vücudun bu virüse karşı bağışıklık kazanması sağlanıyor. Diğer aşıların aksine canlı ya da ölü virüs değil; virüsün dışındaki protein tabakası enjekte ediliyor. 

Bilindiği kadarıyla 100'den fazla türü bulunan HPV'nin 15'i kanserojen nitelikte olmak üzere 40 kadarı insandan insana bulaşıcı özelliğe sahip. Aşı, ilk iki dozu tanıştırma dozu; son dozu ise kalıcı bağışıklık sağlama dozu olmak üzere 3 doz olarak koldan uygulanıyor ve doktorumdan öğrendiğime göre siğillere sebep olan HPV 6 ile HPV 11'e ve kansere sebep olan HPV 16 ile HPV 18'e karşı koruma sağlıyor. Dolayısıyla aşı ile, vajinal siğillere sadece bu iki tip sebep olduğundan siğillere karşı tam korumaya; rahim ağzı kanserlerinin % 70'ine bu iki tip sebep olduğundan kansere karşı kısmı korumaya sahip oluyorsunuz. Kalan tiplerden dolayı oluşabilecek kanser ihtimaline karşı ise mutlaka yıllık kontrollerinizi aksatmamanız gerekiyor.

Tabi ki her konuda olduğu gibi bu konuda da karşıt görüşler mevcut. 2011 yılında kendiniz için bir şey yapın ve bahsettiğim virüs ile aşıyı araştırıp olup olmamaya kendiniz karar verin. İşe Ayşe Arman'ın bahsettiğim yazısını okumakla başlayabilirsiniz. Buyrunuz. Ya da HPV için hazırlanan siteyi ziyaret edebilirsiniz. Buradan buyrun.

24 Aralık 2010 Cuma

Noel Baba Geldi

Veeee sonunda siparişlerim bir bir elime ulaşmaya başladı. Büyük bir merakla beklediğim, hani şurada anlattığım Çin'deki Lovely Shoes sitesinden istediğim ayakkabılarım; Mango'dan verdiğim siparişim; Kitapyurdu'ndan istediğim yeni kitaplarım geldi. Bir tek Dealextreme siparişim henüz ulaşmadı; ancak onun da kargoya verildiğine dair haberi geldi. Herhalde bugün yarın elimde olur.

Kitapyurdu zaten her daim kitaplarımı istediğim sitedir. Gayet sorunsuz ve hızlıca siparişim elime ulaşır. Bu sefer de yine öyle oldu. Okuyacak bir sürü yeni kitabım oldu. Birine başladım bile; biraz yavaş da olsa ilerliyor bakalım.

Sorunsuz ulaşan Mango siparişimde bazı ürünleri iade etmem gerekti. Eteğin zaten tek bir bedeni kalmıştı ve o beden esasında bana küçüktü ama yine de denemek için söylemiştim; doğal olarak olmadı ve iade etmek durumunda kaldım. Pantalonu ise üzerimde istediğim gibi durmadığıdan iade ettim. Ehhh bunların yerine bir elbise istedim; henüz gelmedi ama bakalım o asıl duracak üzerimde.

Büyük merakla beklenen Lovely shoes siparişine gelirsek; bir çok yerde söylendiği üzere kalitesiz değiller; ancak çok kaliteli de değiller. Bir sorun yaşamamak için istediğim ayakkabı gerçek deriydi; suni deriler çok kalitesiz durabiliyor; o nedenle derisinden yana bir problem yok. Ancak aynı şeyi astarı için söyleyemeyeceğim. Gayet özensiz yerleştirilmiş bir astar söz konusu. İşçiliğine gelirsek orta halli. Normalde de 35 giydiğimden sitedeki uyarılara aldırmadan 35 numara söylemiştim; küçük olmasını bırakın az da olsa büyük bile geldi. Sanırım bu ayakkabının kalıbı biraz büyük olduğundan öyle oldu çünkü arkadaşımın ayakkabısı normal oldu. Onunkinde de benzer bir durum söz konusu. Gelen ürünler hayal kırıklığı değil belki ama tatminkar da değil. Ancak ürünler çok ucuz olduğundan söylenebilir. Gelen ayakkabılardan hiç memnun kalmayanlar suni deri söylemişlerdir diye düşünüyorum. O nedenle sipariş verme niyetiniz varsa süet veya gerçek deri olanları ya da yazlık keten modelleri tercih edin. Ben beğendiğim iki ayakkabıyı daha söylemeyi düşünüyorum. Henüz düşünme aşamasındayım karar verirsem haberiniz olur. :))

İşte bu da ayakkabının gerçek fotoğrafları. Astarının özensizliği de ortada.




23 Aralık 2010 Perşembe

Ojemania

Hani ben hiç oje sürmezdim ya; birden bu iki blog sayesinde ojelere karşı bir aşk gelişti içimde. Zaten birisi blog dunyasına da adım atma sebebim. Henüz ikisiyle de hiç konuşmuşluğum olmasa da; hatta büyük ihtimalle benden haberleri dahi olmasa yeni takıntımın sorumlusu Dilek ve Öykü. Her ikisi de kendi tanımlamaları ile oje bağımlısı. Bloglarında tanıttıkları ojeler o kadar güzel ki;  benim gibi oje dünyasından bihaber olan birisinin bile ojelere düşmesini sağladılar. Ve fark ettim ki hiç beğenmediğim ellerim ojeler sayesinde biraz daha güzel görünmeye başladılar. Bu nedenle ben de özen göstermeye karar verdim.

Evdeki nuh nebiden kalma ojelerimi atıp; iş yerimin yakınındaki bir parfümeriden tırnak koruyucu, sertleştirici, french seti gibi temel ürünleri almış ve kullanmaya başlamıştım. Onlar sayesinde hayatımda duymadığım markaların varlığından haberdar oldum. Bunlardan birisi de Essie. Sitesine girdiğimde online sipariş imkanı da olduğunu görünce hemen kendime bir sepet hazırladım.

En temel ihtiyaç olan oje çıkartıcı, oje sürerkenki beceriksizliğimi örtmek için düzeltici kalem, lila ile pembe arası duran neo whimsical renk kodlu bir oje, acelecilikten kurumasını bekleyemeyip hareket ettiğimden her ojeyi bozduğum için çabuk kurutucu ve hayatımın ilk koyu renk ojesi wicked ile her ojeyi matlaştırıcı üst kattan oluşan bir set.






Siteden siparişi iş gününün son saatleri olan 17:00'de verip de ertesi sabah saat 09:00 gibi iş yerinde kahvaltı ederken siparişim elime ulaştığında şoka girdim. Yememiş içmemiş siparişimi yetiştirmişler. :) Hayır zor durumda kalmayayım istemişler herhalde ama ilaç söylesem bu kadar çabuk gelmezdi. Daha 24 saat dolmadan elime ulaşan ürünlerim için kendilerini tebrik ediyor; takdirlerimi sunuyorum. Ben bahsettiğim bloggerlar gibi güzel ellere sahip olmadığımdan onlar gibi bir sunum yapamayacağım ama neo whimsical'ı denedim ve hoşuma gitti. Ancak hala kendimi aşıp koyu rengi denemedim. Denemeye bile çekinirken nasıl olup da sürüp çıkacağım onu da bilmiyorum ama neyse...

21 Aralık 2010 Salı

Av Mevsimi

Kaç haftalık uğraş sonrasında en sonunda "Av Mevsimi"ni izleyebildim. İlk kez Mart ayında gittiğim bir sinemada reklamını izlemiş; tanıtımına hayran olmuş ve gidilesi filmler listesine eklemiştim. Araya yağan kar sebebiyle kapanan yollar, arkadaşlarla çok önceden yapılan planlar, zamanı ayarlayamama falan girince ancak dün akşam gidebildim. Neyse ne demişler geç olsun güç olmasın.


Öncelikle film için çok başarılı bir reklam kampanyası yürütüldüğünü söylemek lazım. Giden gitmeyen herkesin filmden haberi var. Ehhh tabi bunda Yavuz Turgul'un bir filmi olmasının ve deneyimli oyuncu kadrosunun payı büyük. Ama tabi insanları akın akın sinemaya çekince; bundan payelenme abartı bir düzeye ulaşmış. Saat 21:00 olan seansımız 27 dakikalık normal reklamın ve 2 dakikalık Dolby Digital vs. gibi reklamın ardından ancak 21:29'da başlayabildi. Öyle ki Kanal D'nin yeni başlayacak dizisinin bile reklamı yapıldı; pes diyorum başka da bir şey diyemiyorum. 

İnsanı bezdiren bu reklam silsilesinin ardınan başlayan film, inanılmaz güzel bir müzik eşliğinde fragmanında gördüğümüz ve olayın gerçekleştiği orman ile açılışı yapıyor. Filmdeki müziklerin tamamı çok güzel; kesinlikle soundtrackini en kısa zamanda alacağım. Cem Yılmaz'ın gerçekten çok güzel yorumladığı "Hayde"si kadar meşhur olamasa da henüz, Ete Kurttekin'in "Benden Adam Olmaz" parçası beni benden almıştır. Filme sözleri, yeri ve zamanı ile cuk diye oturmuş.

Bunca büyük oyuncunun yer aldığı filmin kötü olması ihtimali çok düşüktü zaten ve o ihtimalde gerçekleşmemiş. Cidden çok güzeldi. Konusu çok enteresan ya da işlenmemiş olmasa da; işlenişi itibariyle diğer polisiyelerden ayrılıyor. Film sadece olayı anlatıp, cinayeti çözmenin çok ötesinde; karakterler üzerine yoğunlaşan, her birinin yaşamının içine giren; hatta geçmişlerinden kesitler sunan ve oyunculara kendilerini sergilemeleri için fırsat tanıyan bir film.

Her biri ayrı usta olan oyuncuların performansları büyüleyici. "Herşey Çok Güzel Olacak"taki rolü ile sinyalini verdiği oyunculuğu en üst noktaya taşıyan Cem Yılmaz mı dersiniz; yoksa rolüne cuk oturan, korkutucu bakışlara sahip Çetin Tekindor mu; ya da o şaşkınlığı ve tepkileri ile size çok benzeyecek acemi polis Okan Yalabık mı dersiniz bilmem ama oyuncular inanılmazdı. Kendisinden çok daha fazlasını beklediğimden hayal kırıklığı sayılabilecek; yer yer Muhsin Bey'i andıran ve bir polisten ziyade öğretmen edasında olan Şener Şen'in performansı bile güzeldi. 

Oyunculukları, müzikleri ve çekimleri ile kesinlikle izlenmesi gereken filmler listesinde yer alacak bir film. Film hakkında daha detaylı bilgi almak, fragmanını izlemek, karakterleri incelemek ve fotoğraflara bakmak için filmin resmi sitesini ziyaret edebilirsiniz. 

17 Aralık 2010 Cuma

Bir İndirimden Diğerine

Benim gibi 35 numara ayaklarınız varsa genellikle indirimi bekleyemez ve sezondan alışveriş yapmak durumunda kalırsınız. Ama bu yıl inat ettim ve sezondan alışveriş yapmayıp indirimi bekledim. Ama tabi sezonun son indirimine kadar sabretme ihtimalim olmadığından ilk indirimler başlayınca soluğu beğendiğim mağazalarda aldım.

Lovely Shoes siparişimin henüz elime ulaşmamış olması benim yeni bir ayakkabı almama engel değil. :) Son yıllarda en beğendiğim ayakkabı markalarından birisi olan Hotiç, % 50'ye varan indirimine girdiğinin ertesinde ben de oradaydım. Hotiç, geçen yıl aldığım ve çok rahat ettiğim için ayağımdan çıkartmak istemediğim kum rengi güderi botların çok benzerlerini bu yıl da üretmiş. Hem de lacivert ve süet olanı vardı. Yaklaşık 2-3 yıldır lacivert bir bot arandığımdan bunu görür görmez kaptım. İnternet sitesinde bu modelin resmi olmadığıdan gösteremiyorum. Sitesinde her modelinin resmi olmamasını geçtim bence artık Hotiç'in de diğer markalar gibi online satışa başlamasının vakti geldi de geçiyor bile.

Bakın bu yıl online satış kervanına katılan Mango, indirimdeki altı üstüne gelmiş raflardan ve çılgın kasa kuyruklarından kurtulmamızı sağlıyor. İndirimi beklediğimden 2 gün önce indirime giren Mango'dan 4 kazak, 1 etek ve 1 de pantalon söyledim. Her biri sadece internetten gördüğüm ürünler, dokunup ellemediğim ürünler olduğu için büyük bir merakla kargomun elime ulaşmasını bekliyorum. İşte size siparişimden bir örnek; en çok beğenerek aldığım eteğim.


Evet sanırım online alışverişin tek sıkıntısı kargo beklemek. Halen gelmesini beklediğim 4 kargom var. Artık gelsinler...   

16 Aralık 2010 Perşembe

İçlerinden Hangisi?

Geleneksel hale getirdiğimiz tiyatro gecesinde geçen hafta gittiğimiz oyun Yıldırım Keskin'in yazıp; Ali Hürol'un yönettiği "İçlerinden Hangisi?" oldu.


Oyun 1926 yılının İstanbul'unda geçiyor. 4 karısı ve ilk karısından olan kızı Nilüfer ile mutlu bir hayatı olan Osmanlı Paşası Halil Bey'in, yeni Medeni Kanun ile birlikte tek eşliliğe geçişinin nasıl olacağı üzerine kurulu, eğlenceli bir oyun. Eşlerinden hangisinin boş olacağı; ya da eşlerinin tamamını birden boşayıp yeni bir eş ile hayatını sürdüreceği seçenekleri arasında eşlerin kendilerini sağlama almak için birbirleriyle olan yarışını anlatan oyun.

1 saat 50 dakika süren oyun hızlıca başlayıp hemen sizi kavrıyor ve aynı tempoda sona eriyor. Ancak sıkılmadan vakit geçirebileceğiniz bu oyunda çok fazla da eğlenmeyeceksiniz. Konu sayesinde senaryo çok daha renkli ve eğlenceli olabilecekken vasat addedilebilecek düzeyde kalmış. Ayrıca oyunculuk namına da çok fazla bir şey beklemeyin. Sıradan oyunculuk performansını tek kurtaran Selma Bayraktargil oluyor. 

Daha detaylı bilgi, tanıtım filmi ve oyundan fotoğraflar için oyunun sitesini ziyaret edebilirsiniz. Buraya buyrunuz.  

14 Aralık 2010 Salı

Yine Yeniden

Alışverişe düşkün her bayan gibi ben de yenilikleri yakından takip ederim. Ehh tabi internet 7/24 elimin altında bulunduğundan takip konusunda birçok kişiden eksiğim yok; fazlam vardır. :)

Türkiye'de sanal kartlar çıktığında ilk edinenlerden birisi bendim. Ardından bankalar sanal kredi kartlarını geliştirdiler ve ben yine ön saflarda yerimi aldım. İlk andan itibaren internetten alışverişlerimde sanal kredi kartı kullandığımdan hiçbir zaman çekinmeden alışveriş yapabildim. Genelde arkadaşlarım arasında bir siteyi ilk deneyenlerden birisi oldum. Şükür bir sorun da yaşamadan bugüne kadar geldim.

Bugün yine bloglar arasında dolanırken bir sitede benim yıllar öncesinde alışveriş yaptığım ancak sonrasında işlerimin yoğunluğu sebebiyle tamamen unuttuğum bir siteden bahsedildiğini gördüm. Sitemiz Deal Extreme Çok sevimli, değişik, orijinal ürünlerin bulunduğu bu siteden söylediğim kalem setinin halen duruduğunu gördüm. İşyerinde 5 yakın arkadaşız. Her birimize bir tane diyerek satın almıştım. İşte sevimli kalem setimiz buydu.

Şimdilerde yeniden keşfettiğim bu siteden yılbaşı için bir şeyler söyledim. Çin'de bulunan bu sitenin en güzel yanı ise siparişiniz 1 dolarlık dahi olsa kargo parası ödemiyor olmanız. Hemen sipariş vermek için tıklayın.

12 Aralık 2010 Pazar

Sanırım Erdim ??

Cuma akşamı yatmadan önce yılın ilk karı yağmaya başladığından mıdır bilmem ama akşam rüyamda ertesi gün delicesine kar yağdığını; bize oturmaya gelen çok sevgili arkadaşlarımızın ise kar sebebiyle gidemeyip bizde kaldıklarını ve Pazar sabahı hep beraber keyif içerisinde kahvaltı yaptığımızı gördüm.

Ertesi sabah kalktığımızda akşam için henüz bir programımız yoktu ve ben hala gidemediğimden "Av Mevsimi"ne gitmeyi çok istiyordum. Akşama bakarız diyerek günlük işlere daldım. Akşam üzeri rüyamda gördüğüm arkadaşlarımdan biri bize geldi. Eşi de bir alışveriş merkezinde vakit geçiriyormuş; ona da haber verdi işin bitince gel diye. Ve ben birden rüyamı hatırladım ve gülerek anlattım. Ama gün içerisinde hiç kar yağmamış ve halen de yağmadığından kimse ciddiye almadı.

Akşama doğru eşi de geldi; beraber yenen yemeğin ardından biraz sohbet, biraz muhabbet ve oyun sırasında dışarıda başlayan tipi şeklindeki karı görünce hep beraber yaşanan şok... Ancak cuma günü iki ailede kar lastiklerimizi taktırdığımızdan herkes rahattı. Saat 22:30'da daha fazla geç kalmayalım diyerek hızlı bir kalkış yaptılar. Kalın diye ısrar etsek de rüyamı yalancı çıkarmak adına gitmeye karar verdiler. :)

Onların ardından ortalığı toparlayıp film izlemek üzere televizyon karşısına kurulduk. Saat 23:30'da telefon çaldı. Karşı tarafta "Gelin de kartopu oynayalım" diyen bir ses... Gidememişler, evlerine gidiş yolu tamamen kapalıymış ve arabayı buldukları yere park edip; bir taksiye atlayıp geri dönmüşler. Eeeee benimle inatlaşmaya gelmez...

Oturup beraber film izledik sabah da hep beraber güle oynaya kahvaltı ettik. Biraz önce de gittiler. Ama akşama "Eyvah Eyvah"ı izlemek üzere bizi bekliyorlar. Acaba biz de onlarda mahsur kalır mıyız ki? Ben en iyisi bir istihareye yatayım...

10 Aralık 2010 Cuma

Yılın İlk Karı

Kar... Yılın ilk karı başladı...




Yazları çok sevmeme rağmen doğa olayları arasında en çok sevdiğim ve büyük bir coşkuyla karşıladığım yegane şey kardır. Ertesi sabah işe gidecek olsam da ya da iş yerinde olup da herkesin şimdi nasıl eve gideceğiz nidaları ile karşı karşıya olsam da; karın her türlü eziyetine rağmen yılın ilk karını büyük bir coşkuyla karşılarım. Benim kara karşı olan tutkumu bilen herkes de yağmaya başladığı anda arayıp benim sevincimi paylaşır. Çocuklar gibi şenimdir o an ve aklı olan herkes böylesi bir mutluluktan nasibini almalıdır. Mutluluk bulaşıcıdır çünkü... İstemeseniz bile karşınızdakinin kahkahası yüzünüzü gülümsetir; mutluluğu bir şekilde size bulaşır.


Esasında karı bu kadar seviyor olmasam bana yaptığı eziyetlerden dolayı birçok insan gibi ondan nefret etmem gerekir. Hem de benim kadar eziyetini çekmemiş olmalarına rağmen -doğunun ücra köşelerindeki insanları ayrı tutarak söylüyorum- insanların büyük kısmı kardan o kadar nefret ederler ki bahsederken beyaz kabus derler.


Halbuki çok azının lapa lapa yağan kar sebebiyle kapanan yolda 4,5 saat boyunca mahsur kaldığını ve evine ulaşamadığını tahmin ediyorum. Hatta aniden başlayan bir başka kar macerasında sırıl sıklam olana kadar zincir takmak için uğraştığını ve çok sevdiği süet montunu o karda rezil ettiğini ama yine de 3 saatten önce evine ulaşamadığını tahmin ediyorum. Ya da gecenin 2'sinde yine ani başlayan karın ardından taktığı zinciri kırılan ve yoluna zincirsiz devam etmek durumunda kalan ve bir benzin istasyonuna girmekten son anda kurtululan kişi sayısının epey az olduğunu düşünüyorum. Hatta ileride müstakbel eşi olacak ağrı içerisindeki kişiyi acilen hastaneye yetiştirmek için dışarı çıktıklarında diz boyu kar ile karşılaşan ve taksi bulmak için uğraşan da yok denecek kadar azdır.


Ama ben karı tüm bu yaşadıklarımdan önce sevmiştim ve eski yazılarımdan birinde sevdi mi sonuna kadar seven biri olduğumu söylemiştim. Sırf bir kaç sorun yaşattı bana diye sevmekten vazgeçmem. Ben her çocuk gibi karı çocukluğumda sevdim. "Yaşasın! Kar yağıyor; belki yarın okullar tatil olur." diyerek başlayan sevgim ilerleyen yıllarda saflığı çağrıştıran beyazlığı ve hani kimsenın ayak basmamış olduğu kısımlardaki temizliği, altında ne olduğunun bilinmezliği sebebiyle gizemliliği, tüm çirkinlikleri örterek kente inanılmaz güzel bir çehre kazandırdığı ve bana hissettirdiği tüm duygularla daha da derinleşti. Ama düşünüyorum da 12 yıldan bu yana, yağan o ilk karı benimle aynı coşkuyu paylaşan sevdiğim insanla karşılamıyor olsam acaba bu kadar sever miydim? Ben karı onunla bir başka sevdim...

Erkek ve Kadın

Geçen hafta Ankara Devlet Tiyatrolarının bu sezondaki yeni oyunlarından biri olan "Erkek ve Kadın" isimli oyununa gittim.


Altındağ Sahnesi'nde sergilenen, Semih Sergen'in yazıp yönettiği oyun yaklaşık 2 saat 10 dakika sürüyor. Kurgusunu "Baldız baldan tatlıdır" felsefesi üzerine kuran, eskimeye yüz tutmuş bir evliliğin hikayesini anlatan bir oyun. Oyun hareketli bir girişin ardından normal hızda devam ederek sona ulaşıyor. Kişilerin gel-gitlerine, çatışmalarına ve kendi benlikleriyle olan savaşlarına çokça yer verilen oyundaki müzik seçimleri çok başarılıydı. Kasvetli olması gereken sahneler bile müzik ile yumuşatılmış ve kolay izlenebilir hale gelmişti. Başarılı oyuncu performansları ile göz dolduran oyunda, hayattan tamamen elini çekerek kendini alkole teslim eden dayı Morto rolündeki Oktay Dal'ın yeri ayrı tutulmalı.

Daha detaylı bilgi, tanıtım filmi ve oyundan fotoğraflar için devlet tiyatrolarının resmi sitesini ziyaret edebilirsiniz. Buyrunuz.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Ben Bir Ayakkabı Delisiyim

Hani dost başa düşman ayağa bakar diye bir laf vardır ya; bu bana katiyen uymaz. Her daim  bir insanın ilk baktığım yeri ayakkabılarıdır. Bakımlı mı? Temiz mi? Güzel mi? Kıyafeti ile uyumlu mu? Mutlaka arkadaşlarımın yeni aldıkları bir ayakkabıyı fark ederim. Eğer ayakkabı fanatiği ya da ayakkabı fetişi diye biri varsa işte ben O'yum.

Ayakkabılarım benim için gerçekten çok önemlidir. Her biri ayrı ayrı satın alındıkları kutularda saklanırlar. Yazlık kışlık değişimi yaparken her biri temizlenmiş ve mümkünse bakımı yapılmış olarak kutusuna kaldırılır. Tatillere giderken eğer mümkünse, ki genellikle mümkün kılmak için uğraşıyorum, her biri ayrı kutusunda yolculuk eder. Ancak bir uçak seyahati ve kısıtlı bir yer söz konusu ise içim acıyarak kutularından çıkartıp; mümkün mertebe ezilmeyecek şekilde yerleştiririm. Sadece benim ayakkabılarım değildir önem verdiklerim; eşiminkilere de aynı muameleyi gösteririm. Çünkü ayakkabıdır benim için önemli olan; benim olması değil.

Oje konusundaki tavrım ne kadar tutucu ise ayakkabılar konusundaki yaklaşımım da bir o kadar marjinaldir. Marjinal dediğime bakmayın; asla yeni moda burnu açık botlardan bahsetmiyorum. Öylesi saçma bir ayakkabıyı asla giymem. Bot ise neden burnu açık; burnu açık ayakkabı ise neden boğazlı? Bu sorularıma "Moda bu şekerim" diye cevap verecekseniz hiç boşuna yorulmayın; moda da bir yere kadar. Modacılar yenilik olsun diye artık saçmalamaya başladılar. Neyse... Benim bahsettiğim marjinallik şunları kapsıyor; ne renk olursa olsun, topuğu ne kadar yüksek ya da alçak olursa olsun modeli hoşuma gittiği sürece her ayakkabıyı giyerim.

Evdeki ayakkabı, bot, çizme sayımı bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. Her yıl iki sezondan beri giymediğim bir ayakkabı varsa birilerinin işine yarar belki diye veriyorum. Takriben her yıl 5 yazlık 5 de kışlık ayakkabı dolabımdan eksilir; ancak yıl içerisinde yenileri geldiğinden asla dolap boşalmaz. Sanırım umarsızca harcama yapabileceğim tek kalemdir ayakkabı. Aylarca çok ciddi tutarda bir taksit ödeyecek olsam da fiyatını umursamaksızın bir ayakkabıyı çok beğendiysem alabilirim. Çünkü almadığım zaman rüyalarıma giriyor; test edildi, onaylandı. :)

Kadınların neredeyse tamamı maddi imkanları ölçüsünde benimle benzer bir portre çizmektedir. Ayakkabının nasıl bu derece bağımlılık yaratan bir şey olduğu konusunda yapılan bilimsel araştırma var mıdır bilmiyorum ama çevremde benim gibi çok sayıda kadın olduğunu biliyorum. Bu öyle bir tutkudur ki insana dünyanın bir ucundan alışveriş yaptırır. Evet... İşte yazının anlam ve önemine nihayet geldim. :)

4-5 gün önce çok yakın bir arkadaşımla birlikte Çin'de bulunan bir firmanın internet sitesinden ayakkabı siparişi verdik. İnternette çokça sitede adı geçen bir site Lovely shoes; belki duymuşsunuzdur. Memnun kalanlar, kalmayanlar, merak edenler, almak isteyen ama cesaret edemeyenler, kararsız kalanlar vs... Site hakkında yazılan bir sürü yazı mevcut. Biz yazılanlara kulak tıkayıp kendimiz tecrübe edelim istedik. Çok sayıda ayakkabıyı beğenmiş olsak da denemek için şimdilik birer tane söyledik. Geldiğinde gerçek görünümü ve kalitesi hakkında bilgi veririm.

İşte Benimki


Şimdiden sepetimde 7 ayakkabı daha var; eğer memnun kalırsak vay halime...

7 Aralık 2010 Salı

Kınıyorum



"Reklamın iyisi kötüsü olmaz" felsefesinden hareketle mi yaptılar bilmiyorum ama Pizza Hut'ın son reklam kampayası korkunç olmuş; tüyler ürpertici; nefret ettim. Hala da ediyorum. Hani şu "yi yavrum yi" diyerek pizza dilimini ekrana sokan teyzenin olduğu reklamdan bahsediyorum. Sanırım vakti zamanında çok tutan ve müthiş kahkahasından hemen önce "Yiyin gari" diyerek insanların sempatisini kazanan teyzenin yer aldığı Ruffles reklamından esinlenilmiş; ama olmamış. Her taklit gibi bu da sınıfta kalmış.  

Aman canım ne var bunda değil mi? Kötü reklamdır der; izlemeyiz olur biter. Ama son yaptıkları hareket beni derinden etkiledi. Pizza Hut'ın en çok sevdiğim, genellikle 10-15 günde bir yediğim, yemediğim zaman özlediğim pizzasının yerinde artık yeller esiyor. Hellim Special'dan bahsediyorum. Fırsatınız olursa deneyin diyemeyeceğim malesef; çünkü artık yok... Hangi akla hizmet bu pizzayı menülerinden kaldırdılar bilmiyorum ama kendilerini buradan kınıyor ve bundan sonra protesto edip yemeği reddediyorum...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Öylesine

Sevdiklerine sıkı sıkıya bağlanan; sevdi mi canını çıkartan, bağımlılıklarına sürekli olarak yenilerini ekleyen, sevdiği şeylerden asla kısa sürede sıkılmayan -hatta hiç sıkılmayan- biriyim. Ancak bu tarz insanların aksine sildim mi tam silerim gibi bir durumum yoktur. Ben dahil hiçkimsenin mükemmel olmadığını bildiğimden herkesin hata yapabileceğini baştan kabullenmişimdir. Bu nedenle insanları hatalarından dolayı silmek konusunda fazlasıyla çekimser davranırım. Tabi ki tek şartla... Art niyet olmasın.

Kinlenen ve kinini içinde tutan biri değilimdir. Birinin bana yaptığı kötülüğü içimde biriktirip hatta büyütüp ona karşı kullanmam. Ama hiçbir zaman salak bir insan olmadım. Beni gerçekten iyi tanıyan herkes haddinden fazla kıvrak zekalı olduğumu ve insanları fazlasıyla gözlemlediğimden ve belki de gereğinden fazla meraklı olduğumdan kişileri tahlil kabiliyetimin yüksek olduğunu bilirler. Yemeklere, kitaplara hatta yazarlara karşı önyargılı davranabilsem de asla kişilere karşı önyargılı olmamışımdır. Sanırım benim hakkımda fazlasıyla önyargılı düşünen insan olduğunu bildiğimden midir bilmem ama hayatımın özellikle üniversite sonrasındaki zamanında bu konuda hassas davranmışımdır. Hem zaten birisi hakkında fikir sahibi olmak için onunla geçirilecek çok uzun zamana ihtiyacınız yoktur ki zamandan tasarruf etmek için önyargılı olunsun. O kişiyle geçirilecek 2-3 saat yeterlidir genel bir fikir edinmeye. Aradaki boşluklar ise zaman içerisinde tamamlanır.

Gözlem yeteneğim kuvvetli olduğundan genelde birisi hakkında ilk konuşmanın / görüşmenin ardından verdiğim kararlar doğrudur. Genelde... Tabi ki ben de hata yapıyorum. Çok iyi bir karaktere sahip olduğunu düşündüğüm insanların birden bire devasa yalanları ile karşılaşıyorum. Olmadıkları biri gibi görünüyor, davranıyor ve yaşıyorlar. Bu kişilerin kendilerine saygısı olmadığından karşılarındakine de saygısı olmuyor. Saygı dediysem öyle klasik saygı kalıplarından bahsetmiyorum. Karşındakine böylesi bir yalan söyleyerek onu salak yerine koymaya çalışmak saygısızlığın ta kendisidir. Ama nadirdir bu insanların yanıma yanaşmışlıkları. Geç de olsa bir şekilde fark ederim samimi olmadıklarını, kendileri olmadıklarını... Ve geldikleri gibi giderler hayatımdan, hiçbir iz bırakmadan... 


Esasında çok başka bir şey anlatmak üzere buraya gelmiştim ama işte bazen insan eline, diline, düşüncelerine hakim olamıyor. Onlar istedikleri gibi, umarsızca akıyorlar boş buldukları sayfaya...

4 Aralık 2010 Cumartesi

O'nun Ardından Saltimbanco

Yaklaşık 20 gün kadar önce Amerika'daydım; bu seyahatimin detaylarını umarım bir başka yazımda -hatta çok yoğun bir tatil olduğundan yazılarda- anlatmayı düşünüyorum; ancak şimdi orada yaşadığım bir tecrübeden bahsetmek istiyorum.


Sanırım yaklaşık 1 yıl kadar önceydi... Nerede okuduğumu ya da ne vasıtayla gördüğümü hatırlamamakla birlikte bir şekilde Cirque du Soleil ile tanıştım ve çok ilgi çekici bulduğumdan hemen araştırmaya başladım. Grubun resmi web sitesine girdiğim andan itibaren ölmeden önce yapılacaklar listeme bir madde daha eklemiştim; o grubun bir showunu izlemek... Ne zaman, nasıl veya ne şartlarda olacağı hakkında bir fikrim olmasa da; sanki yarın izleme şansım varmış gibi tek tek her bir showunun sitesini ziyaret edip; resimlerini, tanıtım videolarını inceledim. Her showunu çok beğensem de özellikle "O" ve "KA" favorim oldu. O günden sonra kaç kere tekrar o siteye girip tanıtım videosunu izledim, ya da kaç kişiye izlettim bilmiyorum; ama her seferinde bir gün canlı olarak izleyeceğim konusundaki inancım arttı. Bunda "İnsan bir şeyi gerçekten isterse başarır." düşüncesine olan inancımın da payı da vardır. Ve hayallerim gerçek oldu...


İkinci kez Amerika'ya gideceğimiz kesinleştiği andan itibaren yapılacaklar listesinde yer alan show sebebiyle Las Vegas gidilecek yerler listesine eklendi. Tabi burayı çok görmek istediğimizden Las Vegas'ı listeye eklemek hiç de zor olmadı. Her şeyi gitmeden 1,5 - 2 ay öncesinden hazırlamaya başladığımdan bu showa biletlerimizi almak için de girişimlere başladım; ancak şanssızlık bu ya bir şekilde siteden satın alamadım. Las Vegas'ta olacağımız 3 gün içerisinde sadece 17 Kasım günü sergilenecek olan "O" için nasıl olsa salon boş görünüyordu; bilet bulamama şansımızın olmadığını düşünmüştüm. Seyahatimizin tek bir detayı hariç her şeyi tamamdı; onu da gidince halletmek üzere yola çıktık.


Bir iki sıkıntı çıksa da genel olarak sorunsuz geçen Amerika'nın çeşitli yerlerindeki 17 günün ardından Las Vegas'a vardık ve otelimize yerleşir yerleşmez biletler için lobideki bayanla görüştüm. Bana satış ofisinin şu an kapalı olduğunu ve yarın sabah açılacağını söyledi. Ertesi gün kahvaltı dahi yapmadan ilk işim biletlerimizi ayarlamak için gişeye koşturmak oldu. 1 ay öncesine kadar internetten en ön sırada bilet alabilecek olan bana neredeyse salonun en arka sıralarında yer kaldığı ve bazı koltukların ise kısıtlı görüşünün bulunduğu söylendiğinde yaşadığım şoku tarif etmemin imkanı yok. Zaten Staples Center'daki Los Angeles Lakers ile Toronto Rapters maçına biletimiz olmasına rağmen benim salaklığım yüzünden izleyememizin sıkıntı, kızgınlık ve üzüntüsünü henüz atamadığımdan (bunu da bir ara anlatırım) gelen bu darbe ile yıkıldım.. O kadar kötü yerlerden o showu izlemek istemiyordum.. Ağlamamak için kendimi kasarak oradan uzaklaştım ve günün tadını çıkartmak için kendimi zorladım. Ancak günün sonuna doğru nereden olursa olsun benim için önemli olanın o showu izlemek olduğunu fark ettiğimden tekrar başka bir bilet gişesinin yolunu tuttum. Gişedeki bayan biletlerin tükendiğini söylediği an hissettiklerimi varın siz düşünün...


Bir yolu olmalıydı. Belki o kadın yanlış bakmıştı. Belki o gişenin bir limiti vardı ve o dolmuştu. Belki biri vazgeçerdi.. İşte bu düşüncelerle o gece uykuya daldığımdan sabah ilk işim tekrar ilk gittiğim gişeye koşturmak oldu. Kadın 3 kişilik yerin kaldığını birinin salonun bir ucunda diğer ikisinin ise yanyana ancak en arka sıradaki görüşün kısıtlı olduğu yerde bulunduğunu ve o gece 3 boyutlu olarak satılacak DVD versiyonu için çekim yapılacağından salon içerisinde devasa büyüklükte kameraların bulunduğunu; bu sebeple görüşün belki daha da düşeceğini belirtti. Bu sözlerin ardından o biletleri almak aptallık olacağından almadım, alamadım. Ama kalbim bir türlü kabul etmek istemiyordu. O gece o an için dünyada en çok izlemek istediğim show burnumun dibinde oynanacak ve ben izleyemeyecektim. O an yaşadığım hüsran ve hayal kırıklığı gece yerini yeniden bir ümide bıraktı.


Güzel geçen bir günün sonunda soluğu showun sergileneceği otelin casinosunda aldık. Belki birileri son anda gelmekten vaz geçerdi. Gösteri saat 22:00'de başlayacaktı ve biz saat 20:55'te salon gişesinin önündeydik. Görevli sıraya girip beklememizi ve saat 21:00'de rezerve edilen ancak henüz teslim alınmayan biletlerin açığa alınarak satışa çıkacağını söyledi. İçimde bir ümit. Olur mu olur... Saat 21:00'da ilk ben gişedeydim ve görevli locada en ortada iki kişilik yer olduğunu söylediğinde nefes almak için geçecek sürede biletler satılırsa diye korktuğumdan nefes bile almadan alıyoruz dedim. O andaki sevincimi tarif etmeme gerek yok sanırım. Parayı öderken yerimde duramıyor sevinçten zıplıyordum. Elime biletleri aldığımda ise küçük bir kuş olmuş çoktan kanatlanmıştım.



Gelelim showa... Gerçekten çok büyük bir salonda sergilenen show ilk etapta normal bir izlenim yaratıyor insanda. Showun başlamasından 15 dakika önce insanların bekleyiş anındaki sıkıntısını ortadan kaldırmak için showda yer alan iki palyaço (kesinlikle bilinen palyaçolarla alakası yok) seyirciler arasında dolaşıp onlara sataşmaya başlıyor. Allahtan locadayız da bize bulaşamaz... Orta kapıdan seyirciler arasına giren bir kızın kırmızı bir mendili ortalık yere düşürerek sahneye koşturması ve seyirci olduğunu zannettiğimiz ancak showun ortalarına doğru oyunculardan birisi olduğunu fark ettiğimiz bir erkeğin o mendili kaparak peşinden koşturması ile show başlıyor.


Perde açıldığı anda sahnenin devasa bir havuzdan oluştuğunu görüyorsunuz. Ancak bu öylesine bir havuz değil. Her değişen sahne ile birlikte havuz da marifetlerini göstermeye başlıyor. Kimi sahnede 18 metre yukarıdan atlanmasına imkan tanıyacak kadar derinleşen; kimi sahnede ise bilek seviyesinde üzerinde yürünebilen ve hatta kapanıp düz zemin haline gelebilen bir havuz. Altında 5 tane dalgıçın dansçılara ve su balerinlerine hava sağlamak ve herhangi bir aksiliğe izin vermemek amacıyla yüzdüğü bir havuz.


Akrobasiden senkronize yüzmeye, yüksekten dalıştan akrobatik dalışa, ateş dansçılarından trapeze geniş bir yelpazede yaklaşık 1,5 saat süren show ilk andan itibaren sizi büyülüyor. Her bir sahne ve her bir karakter ile ayrı bir aleme açılıyorsunuz. Showun sonunda ise gelmeden önce izlediğim tanıtımların ne kadar yetersiz olduğunu; ancak web sitesinde showdan bahsederken kullanılan "aquatic masterpice" lafının ne kadar doğru olduğunu anlıyorsunuz.


Neden şimdi her şeyden önce bundan bahsettiğime gelecek olursak; bugün gazetenin ekinde gördüğüm bir ilan üzerine çığlık atmaya başladım. Ancak evde yalnız olduğumdan ve bu sevinci paylaşacak kimse olmadığından buraya koştum ve yazmaya başladım. İlan Cirque du Soleil'in Avrupa'yı turlayan showu Saltimbanco'ya aitti. Show Şubat ayında İstanbul'da olacakmış. 19 Şubat Cumartesi gününden 4 Mart Cuma gününe kadar Abdi İpekçi Arena'da İstanbullu izleyenler ile kucaklaşak olan show, İstanbul'da toplam 10 gösteri sunacak.



Saltimbanco hakkında detaylı bilgi için sitesini ziyaret edebilir; 6 Aralık'tan itibaren satışa çıkacak biletlerden satın almak için buraya tıklayabilirsiniz. Ben mi? Kesinlikle programımı ayarlayıp gitmek için uğraşacağım.

2 Aralık 2010 Perşembe

Şair Baba ve Damdakiler

Tatil dönüşünün hemen ardından geçen hafta ayağımın tozuyla Ankara Devlet Tiyatrosu'nun bu sezondaki yeni oyunlarından birisi olan "Şair Baba ve Damdakiler"e gittim. Ressam İbrahim Balaban tarafından yazılan ve Haldun Çubukçu tarafından tiyatroya uyarlanan Şair Baba ve Damdakiler; Nazım Hikmet ile ressam Balaban'ın Bursa cezaevi yıllarını sahneye aktaran bir oyun.



Kalabalık oyuncu kadrosuyla göz dolduran oyun, yavaş bir tempo ile başlayıp; hızını arttırmadan aynı tempoda devam ederek sona ulaşıyor. Temponun aynı ağırlıkta devam etmesi bir süre sonra dikkat kaybına sebep olurken bazı sahnelerde olayın ağır çekim hareketlerle anlatılması oyunun izlenebilirliğini epey azaltmış. 3 saate yakın süren oyun, harcanan emeğin maalesef hakkını verecek düzeyde olmamış. Perde arasında oyunu terk eden hatırı sayılır izleyici de bunun bir göstergesi...

Oyun hakkında daha detaylı bilgi ve oyundan fotoğraflar için buraya buyrun

1 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Hediyem Var Sana Güle Güle Oku Diye


Ankara Devlet Tiyatrosu 5 Kasım'da yeni bir kampanya başlattı; "Bir Hediyem Var Sana Güle Güle Oku Diye".

Belirlenen 11 İlöğretim Okulunda eğitim gören 1.000 çocuk için bot, palto ve kırtasiye setinin yer aldığı okul çantasından oluşan bir hediye paketi hazırlanmış. Kampanyaya sizin adınıza hazırlanmış paketi satın alarak destek olabileceğiniz gibi hediyeleri tek tek de alabilirsiniz. 


Benim de destek verdiğim kampanya Ankara'daki 8 sahnede (Büyük Tiyatro,  Cüneyt Gökçer Sahnesi, Şinasi Sahnesi, Küçük Tiyatro,Akün Sahnesi, Altındağ Tiyatrosu, İrfan Şahinbaş Sahnesi ve Stüdyo Sahne) kurulan standlarda devam ediyor. Bir sonraki tiyatroya gidişinizde siz de destek olabilir ve bir çocuğu mutlu edebilirsiniz. Kampanya hakkında daha detaylı bilgi edinmek için resmi sitesine buyrun