28 Kasım 2012 Çarşamba

Taşınma



Yokluğuma aldanmayın; esasında hep buralardayım. Ancak işim başımdan fazlasıyla aşkın durumda. Sürekli bir meşguliyet hali mevcut. Kafa yorgunluğu da cabası. Yazacak çok şey var da malesef benim zamanım yok bu ara. Yoksa anlatacak 5 tiyatro oyunu, gidilen yerler, alınıp da tavsiye edilecek bir sürü şey sırada bekliyor. Şu taşınma işi aradan çıksın hepsinden bahsederiz yavaş yavaş diye de kendimi kandırıyor olabilirim. Bakalım göreceğiz.

Evet bu arada 35 yıl sonra doğup, büyüdüğüm, yaşadığım ve sevdiğim şehirden kopup başka bir şehre taşınmak durumunda kalıyorum. Benim için gerçekten çok büyük bir değişim olacak. Öyle üniversiteyi falan da dışarıda okumuşluğum yoktur. Ben gezer dolaşır şehrime, yuvama geri dönerdim. Sevdiklerim, ailem, dostlarım buradaydı. Ben buralıydım. Şimdi şehrim dediğim yere ancak ailemi ziyarete gelecek olma fikri çok garip geliyor. Kendimi çok huzursuz hissediyor, fazlasıyla korkuyorum. Bakalım günler bize ne getirecek, neler katacak, neler götürecek göreceğiz. 10 Aralık itibariyle sizelere İstanbul'dan bildiriyor olacağım. Görüşmek üzere..

19 Eylül 2012 Çarşamba

Venedik Taciri

Devlet tiyatrolarının sezonu kapandı. Ama ben kapanmadan önce son olarak "Venedik Taciri"ni izleme imkanı buldum. 

William Shakespeare’nin yazdığı oyun yaklaşık 2 saat 20 dakika sürüyor. Kalabalık oyuncu kadrosunun göz doldurduğu oyunda en büyük sorun müziklerdeydi. Müzik sesi o kadar rahatsız edici yükseklikteydi ki bazen kendimizi diskoda zannettik. Ayrıca sürekli olarak hareket halindeki dekor insanı yorsa da genel hatlarıyla izlenebilir bir oyundu.
Konusuna gelirsek tüccar Antonio evlenmek için paraya ihtiyacı olan dostu Bassanio için tefeci Shylock’tan borç alıyor. Faize karşı olduğundan borcu ödeyemeyecek olursa (ki bir sürü gemisi olduğundan böyle bir ihtimali dahi düşünmüyor) vücudundan yarım libre et kesilmesi konusunda bir senede imza atıyor. Senedin vadesi geldiğinde yaşananlar ise tam bir seyirlik.
İlk yarısının daha sıkıcı, ikinci yarısının ise daha izlenebilir olduğu oyunun en enteresan kısmı en yakın dost oldukları iddia edilen Antonio ile Bassanio arasındaki elektrik. Dosttan öte bir ilişki varmış gibi görünmekle birlikte ötesine dair en ufak bir söz söylenmiyor ya da olay yaşanmıyor. Belki de bu yüzden bu sallantıdaki hali biraz rahatsız ediyor. Eğer vardıysa ki bence yoksa Antonio’nun oyunculuğundan bir sorun var, keşke bazı şeyler açık açık ifade edilebilseymiş. Ama çekincelerini de anlıyorum.
Neticede ortaya izlenebilirin ötesinde bir oyun çıkmış. Ancak sezon kapandığından izlemek isteyenlerin önümüzdeki sezonu beklemeleri gerekecek. Daha detaylı bilgi, tanıtım videosu ve oyundan fotoğraflar için devlet tiyatrolarının sitesini ziyaret edebilirsiniz. Buraya buyrunuz.

6 Eylül 2012 Perşembe

Bööö

Tatil sonrası hiç çalışasım yok. Ne işimiz var bizim buralarda; daha 2 gün önce şöyle deniz kenarında şezlongda püfür püfür oturuyor, canım istediğinde denize giriyor, canım istediğinde yan devrilip yatıyordum diye dolanıp duruyorum ortalıkta. Her tatil sonrası geldiğinde insan bir fena oluyor da ben bu sefer iyice beter oldum. Bakalım ne zaman bu moddan çıkabileceğim. Dün görüp de çok beğendiğim bir karikatürü koyayım da neşem yerine gelsin bari.


9 Ağustos 2012 Perşembe

Yeni Güzelliğim

İnsanlar hazır indirim sezonu başladı diyerek mağazalara koştururken benim gidip aldıklarım indirim sezonuyla çok alakasız oldu. Biliyorum pahalı zevklerim var. Taaa orta okuldan beri böyleydi bu durum. Herkes incik boncuk takar, hadi bilemedin gümüş takar ben altın isterim her fırsatta. Evde annemin tüm mücevherlerini indirir, tek tek bakar, dener ama hiçbirini takmazdım. Annemin babası kuyumcuymuş. Ama zanaatkar olanından. Sanırım bu zevk bana ondan miras kalmış. :)) Annemin o kadar orijinal şeyleri vardı ki bakmaya doyamazdım.

Ben de her edindiğim parçayı özenle kullandım ve bir çoğunu hala çok severek kullanmaya devam ediyorum. Ama bu deli gönül ne zamandır zümrütlü bir yüzük istiyordu. Aklıma koydum ama bir türlü beğenemiyordum. Baktım istediğim gibi bulamıyorum en sonunda yaptırmaya karar verdim ve ortaya bu güzellik çıktı...


Çiçeğin ortası elmas, etrafı pırlanta, yaprakları ise zümrüt. 


Sonrasında teslim alamaya gittiğimde ise dayanamayıp aşağıdaki zümrütlü kolyeyi de aldım.



O kadar çok sevdim ki onu takmak için kombinasyon yaratıyorum. Evde bile takasım var. :)) Bir de geçen aylarda aldığım üç zincirli kolyem var. O da bu aralar en severek taktıklarımdan birisi.


2 Ağustos 2012 Perşembe

Antigone


Neredeyse yeni sezon açılacak hala anlatılmayan 2 oyun var. Neyse haydi biriyle başlayalım. Ankara’ya turneye geldiğinde İstanbul Devlet Tiyatro’sunun oyunu "Antigone”u izleme imkanı buldum. Sophokles’in yazıp Kenan Işık’ın yönettiği tek perdelik oyun yaklaşık 1 saat 40 dakika sürüyor. 

Oyun bir silah sesinin ardından açılıyor. Hoperlörden gelen ön bilgilendirme dekorun üzerinden akarak gidiyor. Dekor bende tam bir Nemrut havası yarattı ve bir kez daha orayı ne kadar çok görmek istediğimin farkına vardım. Yaklaşık 15 dakikalık bu anlatım ile hikayeye ve karakterlere dair gerekli olan ana bilgilere sahip oluyor ve oyunu daha rahat anlamak için hazır oluyoruz.

Ana konuya gelirsek Thebai Kralı Oidipus’un ölümünün ardından krallığı oğulları sırasıyla yönetmeye karar veriyorlar. Ancak sıra diğer kardeşe geçeceği sırada tahtı terk etmek istemeyen kardeş savaşa tutuşur ve her ikisi de ölerek tahta varis başka erkek olmadığında yönetim Oidipus’un karısının kardeşi Kreon’a geçer. Kreon taht sırası gelen kardeşi yüceltirken tahtı terk etmek istemeyen kardeşi lanetler ve gömülmeyip cesedinin kurda kuşa bırakılmasını emreden. İşte bu emre karşı çıkan kız kardeş Antigone’un ve bu vesileyle yaşananların hikayesi.

Oyuncular genel olarak normal bir performans sergilemişler. Öyle çok aralarından sıyrılan ya da akılda kalan bir performans olmadı. Oyunun tek perdede bitirilmesi ise yerinde bir karar olmuş bence. Evet normal oyunlara kıyasla daha kısa bir perde ama yine de tek solukta bitiyor, araya başka şeylerin karışmıyor olması güzeldi. Ancak iki eleştirim olacak ki bunun bir tanesi kralın tahtı konumundaki saçma sapan tekerlekli büro koltuğu. Normal şartlarda İstanbul’da da böyle mi oynanıyor ya da orada sabit bir koltuk vardı da buraya mı taşınamadı bilmiyorum ama hiç hoş görünmüyor. Belki de oyunun modern dünyada da halen geçerliliğini göstermek için böyle bir simge seçtiler bilmiyorum ama çok özensiz bir görüntü sunuyor. Bir diğer eleştirim ise Kral Kreon’un kıyafetine geliyor. Kaftan görüntüsü mü yaratmak istediler yoksa onu da mı modernize ettiler bilmiyorum ama siyah ceketin üzerine dore kumaşı gelişigüzel dökmekle ne yaratmak istediler anlamadık.

Genel hatlarıyla izlenebilir hatta güzel diyebileceğim bir oyundu. Daha detaylı bilgi, tanıtım videosu ve oyundan fotoğraflar için devlet tiyatrolarının sitesini ziyaret edebilirsiniz. Buraya buyrunuz.

24 Temmuz 2012 Salı

Mamma Mia


Daha gitmeden aşıktım zaten ben "Mamma Mia!"ya. Müzikalini hatta filmini izlemeden önce müziklerinin hayranıydım. Bir müzikalin şarkıları bu kadar mı güzel olur yahu. İş yerinde çalışırken, araba kullanırken favori cd'lerimden birisiydi. Hani dinlerken bir şarkıyı bile atlamak istemez mi insan.. Sonrasında filmini izlemiş ve bayılmıştım. Sonra bir kaç kez daha izledim. Ehhh bu kadar beğendiğim bir şey olunca tabi ki Londra'ya gittiğimde müzikaline de gittim. Tek kelimeyle muhteşemdi. Bayıldım.

Gidebileceğimiz tek bir akşamımız olduğundan Mamma Mia ilk tercih olarak tereddütsüzce seçilmişti. Ama diğer müzikallerde de aklım kalmadı değil. Özellikle büyük övgüyle söz edilen "Lion King" içimde kaldı. Eğer bir daha gitme imkanım olursa o zamanda ona gideriz diyerek avutuyorum kendimi. :)

Oyuncular, kostümler hatta dekor süperdi. Bunca yıldır kapalı gişe oynaması boşuna değil. Oyunun sonunda herkes ayaktaydı. Son şarkıyı ise tüm salon ayakta, alkışlar eşliğinde hatta müzikle birlikte salınarak söyledik. Londra demek müzikal demek zaten; fırsatınız olursa demeyeceğim fırsat yaratın ve mutlaka zevkinize uygun bir taneye gidin.

Doğal olarak fotoğraf çekmek yasaktı ama yanımdaki adam son sahnede herkesin ayakta olmasını fırsat bilip fotoğraf makinesi çıkartıp çekince ben de hemen telefonuma davrandım ve ortaya bu kare çıktı.


İnternet'te dolaşırken bizim gittiğimiz kasta ait çok güzel fotoğraflara rastladım. Vaktiniz varsa ve bakmak isterseniz bu linkte yer alan 164 ile 167. sayfalar arasındaki fotoğrafları inceleyebilirsiniz. 

Arada çıktığımızda kendime bir t-shirt aldım. Tabi ki her giyişimde hemen şarkıyı söylemeye başlıyorum. :))





O akşamdan bana kalan bu t-shirt ve biletim oldu.

 

17 Temmuz 2012 Salı

Londra'da 1 Hafta

Neredeyse 2 ay geriden geliyorum artık. İşin kötüsü unutmamak için yazmak istiyor ama yazana kadar bazı detayları unuttuğumu fark ediyorum. Ama bu yoğunlukta yapacak başka bir şeyim yok. Neyse buna da şükür. :)


London - Snow Globe


Mayıs ayının ortasında bir hafta Londra'ya gittik. En özet haliyle Londra için güzel, keyifli ama her şeyden önce inanılmaz düzenli bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Keşke buradaki ulaşım ağının yarısı bizim şehirlerimizde de olsa dedirtiyor insana. Yaşamak nasıldır bilmem ama turist olmak kolay. Yanınızdan ayırmadığınız "Oyster Card" ve metro haritası ile herhangi bir yere ulaşımınız inanılmaz kolay. Kimselere bir şey sormaya ya da kayboluruz en iyisi taksiye binelim gibi bir endişe duymaya gerek yok. Sadece metro da değil otobüsle seyahat de bir o kadar kolay. Gideceğiniz yeri alfabetik olarak yazılmış listeden seçerek ulaşmak için kaç numaralı otobüslere binebileceğiniz, o otobüslere hangi duraklardan binebileceğiniz, o durakta duran durmayan tüm otobüslerin listesi tek tek güzelce yazılmış.

Her şeyi tek bir yazıya nasıl sığdıracağım, çok mu uzun olacak bilmiyorum ama özellikle çok beğendiğim şey var ki onu kesin ayrı anlatacağım. Mamma Mia!

Hadi başlayalım bakalım. Tam olarak 1 hafta kalacağımız ve 5 büyük 1 de 11 aylık bebekle seyahat ettiğimiz için ev kiralamaya karar vermiştik. Bunun için mükemmel bir site var. Ev sahipleri ile sizleri aynı platformda buluşturuyor; "Homeaway.co.uk" Bir kaç ev sahibi ile yazışıp gideceğimiz tarihler arasında müsait olan gayet beğendiğimiz 3 odalı hem de 
Covent Garden'da olan bir evi tuttuk. Çok doğru bir tercih yaptığımızı orada bulunduğumuz her gün tekrar tekrar fark ettik. Öncelikle evimiz Londra'nın en işlek caddelerinden birisini kesen bir sokakta olmasına rağmen sokak tek yön olduğundan mıdır yoksa çok bir yere çıkmadığından mıdır bilmem ama acayip sakindi, akşamları hiç gürültü falan olmuyordu. Gideceğimiz bir çok yere çok yakın olması bir yana sokak ile caddenin kesiştiği noktada, yani 3 bina ötemizde bir metro istasyonu vardı. :))

Hava alanından eve, Türkiye'den ayarlayıp anlaştığımız Vito tarzı bir taksi ile ulaşım sağladık. Çok rahat oldu. Zaten kalabalık ve bir o kadar salkım süklüm olduğumuzdan metro falan çok zor olacaktı. Eve gidip eşyaları atmamızla dışarı çıkmamız bir oldu. Önce bir yemek ardından geziye başladık. Öncelikle her birimiz 1 ve 2. bölgelerde sınırsız dolaşım hakkı tanıyan 1 haftalık "Oyster Card" aldık. Tüm tatil boyunca da elimizden, cebimizden düşürmedik. Londra, ortasından başlayarak kenarlara doğru halkalar halinde bölgelere ayrılmış. Esas olarak 6 bölge olduğu söyleniyor ama haritada 9. bölge de görünüyor. Şehir merkezi ve neredeyse gideceğimiz her yeri içine aldığından 1 ve 2. bölge için almak bize yeterli oldu.

Hava, bizim orada olduğumuz 3 gün boyunca güneşli, 2 gün orta halli, 2 gün ise yağmurlu oldu. Hatta yağmurun yağdığı bir günde kışın bile böylesi yağmadığı söylenen bir doluya yakalanıp sıçana döndük. :) Londra dedin mi yağmura yakalanmadan olmaz zaten.

Londra hakkında bir başka beğendiğim şey de her metro istasyonunda çalan sokak müzisyenleri oldu. Azıcık olsun oradaki telaşeyi dağıtıyor ve neşelendiriyor. Bazen çalan müzikle dans ederek ilerlediğim koridorlar oldu. :) Muhtemelen Türkiye'de olsa yapamam; yapsam da herkes deli diye bakar ama orada kimsenin umurunda değil. Bu da müthiş bir özgürlük duygusu veriyor insana.

Her gün neredeyse sabah 10'da evden çıkıp, akşam 11-12'ye doğru eve geldik. Çok ama çok yürüdük, çok yorulduk. Ayaklarımın bu kadar ağrıyabileceğini bilmiyordum, öğrenmiş oldum. :) Öyle bir ağrı ki akşam yatıp dinlenince geçmiyor. Sabah yataktan kalkıp yere ayağını ilk kez bastığınızda üzerine duramayacak halde oluyorsun. Topuğuna bıçak saplanır gibi oluyor, sonra sonra alışıyorsun. Bu ağrı ancak tatilden 4 gün sonra tam olarak geçti. :)) Ama sonuna kadar değdi. İsteyip de göremediğimiz bir tek Cambridge kaldı. Bir de tabi diğer müzikaller..



Ben bu tatil sonrasında ve de şimdi yazıyı düzenlerken fark ettim ki çok az fotoğraf çekiyorum. Öyle elinde fotoğraf makinesi her gördüğünü çeken biri değilim onu biliyordum ama atlanmayacak şeylerin bile fotoğrafını çekmediğimi fark ettim. Genelde izlemeyi kendi hafızama kazımayı tercih ediyorum herhalde ama yanlış yaptığım da çok ortada. Neyse.. Çok konuştum biraz da ben susayım fotoğraflar konuşsun.

Evimizin bulunduğu sokak..











"Whittard of Chelsea" mağazasının inanılmaz güzel sıcak çikolataları var. Ben % 70 Kakao içeren çeşidini aldım. Benim gibi çay - kahve her şeyi şekersiz içiyor ve sıcak çikolata çok tatlı geliyor içemiyorum ama fikri de hoşuma gidiyor diyorsanız tavsiye ederim. Bitter yoğunluğunda ve tadı kıvamında; bir çok kişi acı olduğundan beğenmiyor, ama ben çok sevdim.



Londra ile özdeşleşen kırmızı otobüsleri ilk gördüğümde yakalama çabam. Sonrasında fark ettim ki neredeyse 15-20 saniyede bir geçiyorlar.. :)



Covent Garden antika pazarına gittik. Tezgahları bakarken fotoğraf çekmek aklımın ucundan bile geçmedi ne yalan söyleyeyim. :) Giderseniz mutlaka "Tea Place" isimli mağazaya uğrayın. Sadece burada mı var; yoksa başka yerlerde de var mı bilmiyorum ama ben buradakine hayran oldum. Mağazanın içi muhteşem kokuyor. Çeşit çeşit çaylar. Bir kaç tanesi demlenmiş, tatmanız için masaların üzerinde duruyor. Çaya çok düşkün olduğumdan benim adıma akıl bozmalık bir mağazaydı. İsterseniz hediyelik kutularda isterseniz açık çaylardan kilo ile satın alabiliyorsunuz.



Harvey Nichols mağazasının vitrinine kesinlikle aşık oldum. Ağzım açık bakakaldım, her birini tek tek inceledim ve inceledikçe hayran oldum. Sonra gitme anı geldi dönüp arkamı metro durağına girdik, son anda aklıma geldi metro durağından fırlayıp bu iki fotoğrafı çektim.



Bir başka kendimi kaybettiğim, aklımı yitirdiğim ve dünyayı satın aldığım mağaza M&M oldu. İnsanın dışarı çıkası gelmiyor ve tüm mağazayı almamak için kendini gerçekten çok zor zapt ediyor.




Ve insanın çocuk olmak istediği ve istemenin en doğal hakkı olacağı tek mağaza "Hamleys" İyi ki hediye alacağımız çocuklar vardı da kendimize bir şey almadan çıkabildik. Çılgın bir yer. 7 katlı bir oyuncak mağazası. Çocuklar gibi mutlu olarak tek tek her bir katını dolaştık. :)) En üst katında bir Lego katı var ki sormayın. Lego ile yapılanlar tek kelimeyle Muh-te-şem.





Londra'ya gidip "London's Eye"a binmeden; "Big Ben", "Tower Bridge" ve "Buckingham Palace" görmeden, "Hyde Park"ta bisiklet kiralayıp dolaşmadan gelinmez. Sanırım en çok fotoğraf çektiğim yer London Eye oldu. :) Ayıklamak epey zor oldu.
















Bu yıl "Diamond Jubilee" yani Kraliçe'nin 60. Yılı kutlandı. Her hediyelik eşya dükkanında mutlaka bu özel yıl için tasarlanmış hediyelikler vardı. Hiçbir şeyi doğru düzgün kutlayamaz hale geldiğimizden öyle özendim ki gördüklerime..

Şehir ne kadar güzel olursa olsun biz en çok "Windsor"u beğendik. İnanılmaz güzel bir kasaba. Şehir merkezinden yaklaşık 2 saatlik bir tren yolculuğu ile ulaşılıyor. En önemli özelliği ise Kraliyet Ailesi'nin kışlık sarayı diye tabir edilen "Windsor Castle" burada yer alıyor. Sarayın bir kısmı ziyarete açık.














Bahçeleri çok güzel ama içeride Kraliçe'nin bir bebek evi var ki anlatmanın imkanı yok. Öyle güzel detaylar var ki... En ufak ayrıntısına kadar her şey düşünülmüş. O kadar çok baktım ve inceledim ki... Fotoğraf çekmek yasak olsa da iki kare sadece (!) sizin için çektim.



Nehir kenarındaki restoranda yemek yemek, çevredeki evlerin güzelliği, dükkanların şirinliği, pubların canlılığı ve tüm kasabaya hakim olan huzur duygusu çok farklı hisler uyandırdı bende. Burada yaşamak gerçekten güzel olurdu.




Bir diğer gezi noktamız da Greenwich oldu. İki saat dilimi arasında durup da büyük bir şeyi başarmışlık hissi ile fotoğraf çektirmeden gelinmez Londra'dan. Ama esas Greenwich'e gitmişken üniversiteyi ve içerisindeki Painted Hall ile Şapel'i gezmeden gelmeyin bence.









"Painted Hall"da yer alan bu resmin çok ilginç bir hikayesi varmış. Ressam resmini bitirdikten sonra uzun bir süre boyunca parasını tahsil edemiyor bunun üzerine resmin sağ köşesine parasını ister pozisyonda kendisini resmediyor.. Süper.


Şapelin içerisinde Londra'nın en büyük kilise orglarından birisi yer alıyor.


Gözlem Kulesi tüm ihtişamı ile parkın yukarısında yer alıyor. Her yere yürüyerek gitmeye alıştık nasılsa diyerek tepeye kadar tırmandık. :)) Tepeden şehrin görüntüsü ve Olimpiyatlar için devam eden hummalı hazırlıklar.


Şimdi fark ettim de çooook uzun bir yazı olmuş. Umarım sonuna kadar okuyanlar sıkılmamıştır. Anlatacak geriye bir tek Mamma Mia! kaldı. O da başka bir yazının konusu olsun. O zaman bu yazı da Londra'dan çok beğendiğim bir kare ile bu tatil sonlansın..