29 Kasım 2010 Pazartesi

Kıskandım... Cidden

Hiç kimseyi bu kadar kıskanmamış ve onun yerinde olmak istememiştim...

Evet etrafımda benden çok daha iyi şartlara sahip olan, çok daha iyi arabalara binen, çok daha iyi evlerde yaşayan, benim yapmak isteyip de yapamadıklarımı yapan bir sürü insan olmasına rağmen düne kadar birisini bu kadar kıskandığımı hatırlamıyorum. Belki bunun nedeni maddiyatın benim için o kadar önemli olmaması, belki maddi şeylere gerçekten çok istersem ulaşabileceğime dair olan inancım; bilemiyorum...

Sanırım dün hissettiğim duygunun sebebi bunu çok istesem bile ulaşamayacak olmam. Çünkü para ile satın alınabilecek bir şey değil. Ne mi? Bir organ transplantasyonu ameliyatını izleme fırsatı...

Hafta içinde pek takip edemesem de hafta sonlarında en büyük keyiflerimden birisi bir fincan çay eşliğinde yıllardır Hürriyet Gazetesi'nde yazan Ayşe Arman'ın yazılarını, röportajlarını okumaktır. Dünkü gazeteyi elime aldığımda bir insanı bu kadar kıskandığımı, Bono'dan tutun da Scarlett Johansson'a kadar tonlarca ünlü ile röportaj yapmış olmasına rağmen Ayşe Arman'ı bu kadar kıskandığımı hatırlamıyorum.

Fen ve özellikle fizik ile aramın ortaokul yıllarından itibaren berbat olması sebebiyle lisede dal seçiminde bulunurken fen olmayan bir dalı seçmek durumunda kalmış ve üniversite sınavına TM alanından giriş yapmıştım. Bu nedenle o yıllarda çok istememe rağmen mimarlık rüyama veda etmek zorunda kalmıştım. Ancak 20'li yaşlarımın sonuna doğru esasında büyük bir doktorluk sevdamın olduğunu ve cerrah olmanın beni çok mutlu edebileceğini fark ettim. Ama çok geç kalınmış bir tespitti bu benim için; zira çoktan unumu elemiş ve eleğimi asmıştım. Çok farklı bir sektörde çalıştığımdan bu tutkumu doktorluk dizilerini izleyerek bir nebze olsun tatmin etmeye çalıştım. Başka bir şansım olduğunu düşünmediğimden düne kadar bu yeterliydi ama artık bir umudum var; her ne kadar ben ekip içerisinde yer alamayacak olsam da belki bir gün ben de bir ameliyat izleyebilirim.

Buyrun resim galerisinde Ayşe Arman'ın izlediği ameliyatın kıskandıran fotoğrafları arasında gezinip yazısını okuyun

28 Kasım 2010 Pazar

Vahşet Tanrısı

Ekim ayı benim için tiyatro ayı demektir. Tüm yaz boyunca tatilde olan devlet tiyatroları, Ekim ayı geldiğinde  yeniden perdelerini açar. Ben de tüm yaz tiyatrodan uzak kalmış olmanın verdiği açlıkla ilk haftalardan itibaren programı takip etmeye ve oyunlara biletlerimi almaya başlarım.

Genelde sezonun ilk haftalarında turne oyunları gelir Ankara'ya. İşte turne için geldiklerinde izleme imkanı bulduğum İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun bir oyunu Vahşet Tanrısı'ndan bahsedeceğim bugün.


Ülkü Duru, Zafer Algöz, Zerrin Tekindor ve İşdar Gökseven'in yer aldığı tek perdelik oyun 1 saat 20 dakika sürüyor. Çocukları kavga eden iki ailenin uzlaşmaya varmak için bir araya geldikleri oyunda, gayet medeni başlayan bir konuşmanın, egoların olaya dahil olması ile isteklerin ve önceliklerin farklılığı sebebiyle nasıl da olmadık bir şekilde sonuçlanabildiğine şahit oluyoruz.

Tek bir mekanda geçmesine rağmen hiç de tekdüze olmayan oyun, ilk dakikalardan itibaren seyircinin dikkatini çekiyor ve her biri ayrı ayrı usta olan oyuncular, temponun düşmesine ve seyircinin sıkılmasına fırsat vermiyorlar. Özellikle Zerrin Tekindor'un muhteşem bir oyunculuk sergilediği oyun, yer yer kahkahalar eşliğinde izlenerek çok keyifli bir 1,5 saat geçirmenizi sağlıyor. Aralık ayında İstanbul'da Küçük Sahne'de sahnelenmeye devam edecek olan oyunu fırsatı olanların kesinlikle izlemesini öneririm.

Daha detaylı bilgi ve oyundan fotoğraflar için devlet tiyatrolarının sitesini ziyaret edebilirsiniz. Buyrun

27 Kasım 2010 Cumartesi

Neden Şimdi

İlkokul ya da ortaokul yıllarından öğrendiğimiz en temel edebiyat kurallarından birisi bir yazının giriş, gelişme ve sonuç kısımlarının bulunması gerektiği. Bu kuralı bloguma uygulayacak olursak güzel ve etkileyici bir giriş yapmam ve devamında okuyucuları bağlamam ama asla sonlandırmamam gerek sanırım. :) Bence en güzel giriş neden belirtenidir. Neden o yazı yazılıyor, neden zaman ayırıp okumalıyım gibi sorulara cevap verenidir. 

Ben her türlü yeniliği takip eden ama kendisi denemek konusunda cidden çekimser davranan birisiyim. Sanırım bundan 1 yıl kadar öncesiydi. Etrafımda hemen herkes bir blog sahibi olmuş ve benim de açmam konusunda epey bir ısrarcı davranmış; ancak ben bu tarz konulardaki çekimserliğimi göstermiş ve açmamıştım. Ta ki bugüne kadar.

"Peki ne değişti, neden şimdi?" sanırım şu aşamada sorulabilecek en anlamlı soru ama inanın tatmin edici bir cevabı yok. Bir kaç tane geçerli sebep sıralayabilirim ama hiçbirisi yeterli olmaz. Nedenleri konusunda tatmin edici olamayacak olsam da neden şimdinin cevabı mevcut.

Hayatında iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda manikür yaptıran, french dışında bir oje kullanmamış ve oje renkleri konusunda oldukça konservatif olan ben, dün gördüğüm bir blog sayesinde en olmadık renkteki bir ojeye aşık oldum ve her renkteki ojeyi denemeye heves ettim. Ve o an anladım ki basit bir yazı, bir cümle veya bir resim bile insanın bir konu hakkındaki fikrini, o konuya olan bakışını, hatta hayattaki duruşunu değiştirebilir. "Bir insan değişir, dünya değişir" felsefesine inanan bir insan olduğumdan belki benim deneyimlerim de birilerinin bakış açısını değiştirebilir diye düşündüm ve bunları paylaşmaya karar verdim. Bu paylaşımların neler olacağını inanın ben de bilmiyorum. Belki bir çok kişi için çok anlamsız belki bir çok kişi için çok sıradan paylaşımlar olacak. Hep beraber göreceğiz.

Sizler bloguma hoşgeldiniz, ben de blog alemine hoşbuldum.

Bahse konu ojeyi merak edenlere...
İşte huzurlarınızda kadın vücudu şeklinde olan Nfu Oh #51