17 Temmuz 2012 Salı

Londra'da 1 Hafta

Neredeyse 2 ay geriden geliyorum artık. İşin kötüsü unutmamak için yazmak istiyor ama yazana kadar bazı detayları unuttuğumu fark ediyorum. Ama bu yoğunlukta yapacak başka bir şeyim yok. Neyse buna da şükür. :)


London - Snow Globe


Mayıs ayının ortasında bir hafta Londra'ya gittik. En özet haliyle Londra için güzel, keyifli ama her şeyden önce inanılmaz düzenli bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Keşke buradaki ulaşım ağının yarısı bizim şehirlerimizde de olsa dedirtiyor insana. Yaşamak nasıldır bilmem ama turist olmak kolay. Yanınızdan ayırmadığınız "Oyster Card" ve metro haritası ile herhangi bir yere ulaşımınız inanılmaz kolay. Kimselere bir şey sormaya ya da kayboluruz en iyisi taksiye binelim gibi bir endişe duymaya gerek yok. Sadece metro da değil otobüsle seyahat de bir o kadar kolay. Gideceğiniz yeri alfabetik olarak yazılmış listeden seçerek ulaşmak için kaç numaralı otobüslere binebileceğiniz, o otobüslere hangi duraklardan binebileceğiniz, o durakta duran durmayan tüm otobüslerin listesi tek tek güzelce yazılmış.

Her şeyi tek bir yazıya nasıl sığdıracağım, çok mu uzun olacak bilmiyorum ama özellikle çok beğendiğim şey var ki onu kesin ayrı anlatacağım. Mamma Mia!

Hadi başlayalım bakalım. Tam olarak 1 hafta kalacağımız ve 5 büyük 1 de 11 aylık bebekle seyahat ettiğimiz için ev kiralamaya karar vermiştik. Bunun için mükemmel bir site var. Ev sahipleri ile sizleri aynı platformda buluşturuyor; "Homeaway.co.uk" Bir kaç ev sahibi ile yazışıp gideceğimiz tarihler arasında müsait olan gayet beğendiğimiz 3 odalı hem de 
Covent Garden'da olan bir evi tuttuk. Çok doğru bir tercih yaptığımızı orada bulunduğumuz her gün tekrar tekrar fark ettik. Öncelikle evimiz Londra'nın en işlek caddelerinden birisini kesen bir sokakta olmasına rağmen sokak tek yön olduğundan mıdır yoksa çok bir yere çıkmadığından mıdır bilmem ama acayip sakindi, akşamları hiç gürültü falan olmuyordu. Gideceğimiz bir çok yere çok yakın olması bir yana sokak ile caddenin kesiştiği noktada, yani 3 bina ötemizde bir metro istasyonu vardı. :))

Hava alanından eve, Türkiye'den ayarlayıp anlaştığımız Vito tarzı bir taksi ile ulaşım sağladık. Çok rahat oldu. Zaten kalabalık ve bir o kadar salkım süklüm olduğumuzdan metro falan çok zor olacaktı. Eve gidip eşyaları atmamızla dışarı çıkmamız bir oldu. Önce bir yemek ardından geziye başladık. Öncelikle her birimiz 1 ve 2. bölgelerde sınırsız dolaşım hakkı tanıyan 1 haftalık "Oyster Card" aldık. Tüm tatil boyunca da elimizden, cebimizden düşürmedik. Londra, ortasından başlayarak kenarlara doğru halkalar halinde bölgelere ayrılmış. Esas olarak 6 bölge olduğu söyleniyor ama haritada 9. bölge de görünüyor. Şehir merkezi ve neredeyse gideceğimiz her yeri içine aldığından 1 ve 2. bölge için almak bize yeterli oldu.

Hava, bizim orada olduğumuz 3 gün boyunca güneşli, 2 gün orta halli, 2 gün ise yağmurlu oldu. Hatta yağmurun yağdığı bir günde kışın bile böylesi yağmadığı söylenen bir doluya yakalanıp sıçana döndük. :) Londra dedin mi yağmura yakalanmadan olmaz zaten.

Londra hakkında bir başka beğendiğim şey de her metro istasyonunda çalan sokak müzisyenleri oldu. Azıcık olsun oradaki telaşeyi dağıtıyor ve neşelendiriyor. Bazen çalan müzikle dans ederek ilerlediğim koridorlar oldu. :) Muhtemelen Türkiye'de olsa yapamam; yapsam da herkes deli diye bakar ama orada kimsenin umurunda değil. Bu da müthiş bir özgürlük duygusu veriyor insana.

Her gün neredeyse sabah 10'da evden çıkıp, akşam 11-12'ye doğru eve geldik. Çok ama çok yürüdük, çok yorulduk. Ayaklarımın bu kadar ağrıyabileceğini bilmiyordum, öğrenmiş oldum. :) Öyle bir ağrı ki akşam yatıp dinlenince geçmiyor. Sabah yataktan kalkıp yere ayağını ilk kez bastığınızda üzerine duramayacak halde oluyorsun. Topuğuna bıçak saplanır gibi oluyor, sonra sonra alışıyorsun. Bu ağrı ancak tatilden 4 gün sonra tam olarak geçti. :)) Ama sonuna kadar değdi. İsteyip de göremediğimiz bir tek Cambridge kaldı. Bir de tabi diğer müzikaller..



Ben bu tatil sonrasında ve de şimdi yazıyı düzenlerken fark ettim ki çok az fotoğraf çekiyorum. Öyle elinde fotoğraf makinesi her gördüğünü çeken biri değilim onu biliyordum ama atlanmayacak şeylerin bile fotoğrafını çekmediğimi fark ettim. Genelde izlemeyi kendi hafızama kazımayı tercih ediyorum herhalde ama yanlış yaptığım da çok ortada. Neyse.. Çok konuştum biraz da ben susayım fotoğraflar konuşsun.

Evimizin bulunduğu sokak..











"Whittard of Chelsea" mağazasının inanılmaz güzel sıcak çikolataları var. Ben % 70 Kakao içeren çeşidini aldım. Benim gibi çay - kahve her şeyi şekersiz içiyor ve sıcak çikolata çok tatlı geliyor içemiyorum ama fikri de hoşuma gidiyor diyorsanız tavsiye ederim. Bitter yoğunluğunda ve tadı kıvamında; bir çok kişi acı olduğundan beğenmiyor, ama ben çok sevdim.



Londra ile özdeşleşen kırmızı otobüsleri ilk gördüğümde yakalama çabam. Sonrasında fark ettim ki neredeyse 15-20 saniyede bir geçiyorlar.. :)



Covent Garden antika pazarına gittik. Tezgahları bakarken fotoğraf çekmek aklımın ucundan bile geçmedi ne yalan söyleyeyim. :) Giderseniz mutlaka "Tea Place" isimli mağazaya uğrayın. Sadece burada mı var; yoksa başka yerlerde de var mı bilmiyorum ama ben buradakine hayran oldum. Mağazanın içi muhteşem kokuyor. Çeşit çeşit çaylar. Bir kaç tanesi demlenmiş, tatmanız için masaların üzerinde duruyor. Çaya çok düşkün olduğumdan benim adıma akıl bozmalık bir mağazaydı. İsterseniz hediyelik kutularda isterseniz açık çaylardan kilo ile satın alabiliyorsunuz.



Harvey Nichols mağazasının vitrinine kesinlikle aşık oldum. Ağzım açık bakakaldım, her birini tek tek inceledim ve inceledikçe hayran oldum. Sonra gitme anı geldi dönüp arkamı metro durağına girdik, son anda aklıma geldi metro durağından fırlayıp bu iki fotoğrafı çektim.



Bir başka kendimi kaybettiğim, aklımı yitirdiğim ve dünyayı satın aldığım mağaza M&M oldu. İnsanın dışarı çıkası gelmiyor ve tüm mağazayı almamak için kendini gerçekten çok zor zapt ediyor.




Ve insanın çocuk olmak istediği ve istemenin en doğal hakkı olacağı tek mağaza "Hamleys" İyi ki hediye alacağımız çocuklar vardı da kendimize bir şey almadan çıkabildik. Çılgın bir yer. 7 katlı bir oyuncak mağazası. Çocuklar gibi mutlu olarak tek tek her bir katını dolaştık. :)) En üst katında bir Lego katı var ki sormayın. Lego ile yapılanlar tek kelimeyle Muh-te-şem.





Londra'ya gidip "London's Eye"a binmeden; "Big Ben", "Tower Bridge" ve "Buckingham Palace" görmeden, "Hyde Park"ta bisiklet kiralayıp dolaşmadan gelinmez. Sanırım en çok fotoğraf çektiğim yer London Eye oldu. :) Ayıklamak epey zor oldu.
















Bu yıl "Diamond Jubilee" yani Kraliçe'nin 60. Yılı kutlandı. Her hediyelik eşya dükkanında mutlaka bu özel yıl için tasarlanmış hediyelikler vardı. Hiçbir şeyi doğru düzgün kutlayamaz hale geldiğimizden öyle özendim ki gördüklerime..

Şehir ne kadar güzel olursa olsun biz en çok "Windsor"u beğendik. İnanılmaz güzel bir kasaba. Şehir merkezinden yaklaşık 2 saatlik bir tren yolculuğu ile ulaşılıyor. En önemli özelliği ise Kraliyet Ailesi'nin kışlık sarayı diye tabir edilen "Windsor Castle" burada yer alıyor. Sarayın bir kısmı ziyarete açık.














Bahçeleri çok güzel ama içeride Kraliçe'nin bir bebek evi var ki anlatmanın imkanı yok. Öyle güzel detaylar var ki... En ufak ayrıntısına kadar her şey düşünülmüş. O kadar çok baktım ve inceledim ki... Fotoğraf çekmek yasak olsa da iki kare sadece (!) sizin için çektim.



Nehir kenarındaki restoranda yemek yemek, çevredeki evlerin güzelliği, dükkanların şirinliği, pubların canlılığı ve tüm kasabaya hakim olan huzur duygusu çok farklı hisler uyandırdı bende. Burada yaşamak gerçekten güzel olurdu.




Bir diğer gezi noktamız da Greenwich oldu. İki saat dilimi arasında durup da büyük bir şeyi başarmışlık hissi ile fotoğraf çektirmeden gelinmez Londra'dan. Ama esas Greenwich'e gitmişken üniversiteyi ve içerisindeki Painted Hall ile Şapel'i gezmeden gelmeyin bence.









"Painted Hall"da yer alan bu resmin çok ilginç bir hikayesi varmış. Ressam resmini bitirdikten sonra uzun bir süre boyunca parasını tahsil edemiyor bunun üzerine resmin sağ köşesine parasını ister pozisyonda kendisini resmediyor.. Süper.


Şapelin içerisinde Londra'nın en büyük kilise orglarından birisi yer alıyor.


Gözlem Kulesi tüm ihtişamı ile parkın yukarısında yer alıyor. Her yere yürüyerek gitmeye alıştık nasılsa diyerek tepeye kadar tırmandık. :)) Tepeden şehrin görüntüsü ve Olimpiyatlar için devam eden hummalı hazırlıklar.


Şimdi fark ettim de çooook uzun bir yazı olmuş. Umarım sonuna kadar okuyanlar sıkılmamıştır. Anlatacak geriye bir tek Mamma Mia! kaldı. O da başka bir yazının konusu olsun. O zaman bu yazı da Londra'dan çok beğendiğim bir kare ile bu tatil sonlansın..

6 yorum:

  1. Sonuna kadar okudum cok da begendim. Cok guzel bir gezi olmus. Evin konumu hakikaten harikaymis her yere yakin ama daha onemlisi bence Covent Garden en guzel yerlerinden biri Londranin. Biz soyle bir doya doya gezemedik Londrayi. Is icin gidince hep kiyisindan kosesinden goruyoruz ama bir gun o da olacak o zaman bu yazi da aklimda olacak :)
    Nice gezmeler olsun:)

    YanıtlaSil
  2. Biraz uzun olmuş ama okuduğun için teşekkür ederim. Evin konumu hakikaten şahaneydi. Umarım siz de en kısa zamanda güzelce gezersiniz. Ama yine de iş için de olsa gezmek güzel.

    YanıtlaSil
  3. Londra'ya gitme arifesinde benim için çok güzel bir yazı oldu. Bakalım bizim Londra'mız hangi havalara denk gelecek?
    Bol gezmeli günler diliyorum:)

    YanıtlaSil
  4. Faydalı olduysa ne mutlu bana :) Umarım çok güzel geçer sizin için de Londra ve havalar konusunda da şanslı olursunuz. Teşekkür ederim size de bol gezmeler.

    YanıtlaSil
  5. Normalde ben böyle gezi yazısı okumam ablacım. Sanırım gezmeyi böyle çok sevmiyorum da. Yurt dışı hayali dersen hiç yok.
    Ama Senin gezi yazılarını bir solukta okuyorum.
    İnşallah sen hep böyle gez bende okuyayım :)

    YanıtlaSil
  6. Gezmek candır yaaa. Nefes almak kadar güzel benim için. Ama sen madem sevmiyorsun otur, ben senin yerine de gezerim. :))

    YanıtlaSil